VAROLUŞÇU PSİKOTERAPÖTİK YAKLAŞIMLARIN BİLİŞSEL DAVRANIŞÇI TERAPİDE KULLANIM ALANLARI

Varoluşçu psikoterapinin kökenleri yirminci yüzyıla, varoluşçuluk felsefesine dayanmaktadır. İlk varoluşçu filozofların bu felsefe çerçevesinde inceledikleri konseptler, temelde insanların diğer canlıların aksine, kendi kaçınılmaz ölümlerinin farkında oluşlarının doğurduğu sorunlardan köken almaktadır. Akımın ilk temsilcileri Nietzsche ve Kierkegaard’ın ilgilendikleri kavramlardan olan der wille zur macht , ubermensche ulaşma ve absurd ise, onlardan sonra gelen pek çok varoluşçu filozofun düşün hayatını şekillendirmiştir. Bu filozoflardan kendi felsefesini ‘‘ Varoluş özden önce gelir.’’ diyerek açıklayan Jean-Paul Sartre, varoluşçuluğun psikoterapötik amaçlı kullanımını irdelemeye başlamış ve varoluşçu psikoterapinin yanı sıra logoterapi ve hümanistik psikoloji gibi akımların da doğuşuna zemin hazırlamıştır. Jean Paul Sartre’ın ardından Otto Rank varoluşçu terapiyi klinik bir yaklaşım olarak kullanan ilk psikoterapist olmuştur.

İlk Varoluşçu Psikoterapi Uygulamaları ve Varoluşçu Psikoterapinin Kapsamı

Otto Rank’in varoluşçu psikoterapiye yönlenmesinde, Freud’un psikoanalizinin aksine, duyguların tedavide hem terapist hem de danışan için önemli bir yerinin olduğu düşüncesi etkili olmuştur. Bu düşüncenin etkisiyle Otto Rank, 1924’te Amerika’ya yaptığı seyahat esnasında yayınladığı The Trauma of Birth adlı kitabının ardından geleneksel Freudyen ekolünden ayrılmaya başlamıştır. Otto Rank’in Freud’tan ayrıldıktan sonra geliştirdiği psikoterapi yaklaşımı, ölüme ve kısıtlamalara rağmen hayatın dolu dolu yaşanmasını teşvik eder. Will Theory adlı kitabında gündeme getirdiği here and now prensibi de bunu destekler niteliktedir, yani insanın geleceği ancak bugün attığı adımlarla belirlenir. Rank’ten sonra Irvin Yalom’un da varoluşçu psikoterapi alanına büyük katkıları olmuştur. Yalom’un terapi anlayışına göre terapist de kendi duygularını ifade etmelidir. Bu durum terapistle danışanı o anda orada karşılaşan ve hayat görüşlerini paylaşan iki insan ve terapiyi de içten, hakiki bir süreç haline getirmektedir. Yalom(1980), bu sürecin, varoluşçu terapistlerin danışanlarıyla daha insani bir karşılaşma yaşamalarına olanak sağlaması dolayısıyla, danışanda ilerleme kaydedilmesine katkıda bulunabileceğini ortaya koymuştur. Aynı yıl, günümüz varoluşçu terapisinin temelini oluşturan 4 insani durumu: ölüm, anlam, izolasyon ve özgürlük şeklinde sıralamıştır. Bu kavramlardan yola çıkan psikoterapinin amacı da danışanın kişisel farkındalık düzeyini arttırıp onu authenticity ’ye ulaştırmaktır. Bu amacın gerçekleştirilebilmesi için psikoterapistler öncelikle danışanı anlam arayışına ve değerlerini sorgulamaya iter, bu sorgulamaların sonrasında da kişinin nevrotik ve psikomatik semptomlarının tedavisine çalışılır. Tedavi, danışanın varolan problemlerine farklı perspektiflerden yaklaşma becerisi kazanması ve çözümlerinde farklı pratiklere gitmesi yoluyla gerçekleştirilir.

Bilişsel Davranışçı Kuram ve Bilişsel Davranışçı Psikopterapi (CBT)

Bilişsel davranışçı terapi, bilişsel davranışçı kuramı temel alan bir yaklaşımdır. Bu kuram, kişilerin algılarının ya da düşüncelerinin, davranış ve tepkilerinde belirleyici olduğunu savunur. Bilişsel davranışçı psikoterapi, kişilerin davranış ve duyguları üzerinde olumsuz etkileri olan düşünce örüntülerini tanımlayabilmesini ve değiştirebilmesini amaçlar. CBT’ de kullanılan pek çok yöntem, onun karmaşık ve bütünsel geçmişini yansıtır. Bu yöntemlerden bazılarının varoluşçu psikoterapi uygulamalarıyla büyük bir parelellik arz ettiğini ve varoluşçu psikoterapinin bu alanda kullanımını kolaylaştırdığını söylemek mümkündür. Varoluşçu psikoterapi, kişinin değerler ufkunu genişletmeyi amaçlayarak bu fonksiyonunu yerine getirir. Bu değerler yaratıcılıkla, deneyimlerle veya vicdani özgürlük ve sorumluluklarla ilişkilendirilebilir. Yaratıcılıkla ilişkilendirilen değerler, sanatsal alandaki üretimlerle; deneyimsel değerler, anlamlılık arz eden duyumsamalarla ( hayatın, doğanın veya bir sanat eserinin güzelliğini algılayabilme), kişinin kendisini daha büyük bir bütünün parçası hissedebilmesini sağlayan yetenekleri veya iletişimleriyle; vicdani yükümlülükler ise en çok sarsıcı realitelerle karşılaşıldığında, onlarla baş edebilme becerisiyle ölçülebilir. Victor Frankl’ a göre, gerçeklikle baş edebilme becerisi kapsamında, hayat en büyük çıkmazlarda (ciddi hastalıklar, bir yakını kaybetme vb.) bile anlamlıdır ve kişi bu çıkmazlara karşı tutumunu değiştirebilirse kendi çaresizliğine ve başkalarını acısına ruhsal aşımlarla çözüm getirebilir. CBT’nin 3. Dalga uygulamalarında da bu değerler vurgulanmaktadır.

Varoluşçu Psikoterapi, Bilişsel Davranışçı Terapiye Nasıl Katkıda Bulunur?

Özellikle 3. dalga terapileri, bilişsel davranışçı terapinin diğer terapötik yöntemlere kucak açmasını sağlamıştır. Bu dönem terapistleri, geleneksel bilişsel davranışçı terapilerin dışında üstbiliş, ACT( Acceptence and Commitment Theory), değerler algısı ve spiritüellik gibi konuları da kapsamına alır. Bütün bu kavramlar ışığında terapinin amacı, klasik bilişsel davranış terapisinin aksine düşünceleri değiştirmek değil, onlarla yaşamayı öğrenmek şeklinde gelişir ve bu da, insanın hayatında nelerin önemli olduğu ve bu değerler doğrultusunda nasıl bir insan olunmak istendiği sorusu üzerinden yapılır. Terapist bu ideallere ulaşmada bir yol göstericidir ve danışanın kaygı ve depresyonunu engellemeye yönelik eylemlerde bulunur. CBT’de depresyon, Aaron T. Beck’in kognitif triad postülatı ile gelecek üzerine olumsuz düşüncelere sahip olma veya geleceğe dair umutların kaybı şeklinde açıklanır. Hayatın anlamının yitimi ve geleceğe dair olumsuz algılar, tipik varoluşsal problemler olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak geleneksel bilişsel davranışçı terapide gelecek algılarıyla ilgili durumlara çoğunlukla yer verilmez. Anlamlılık hususunda ise MS hastaları üzerinde yapılan bir çalışma, varoluşçu psikoterapinin CBT’ye katkısını gözler önüne sermektedir. Bu çalışmada MS hastası 43 kadın, genel hayat kalitesi ve anlamlılık parametreleri üzerinden çeşitli testlere tabii tutulmuş ve CBT ile varoluşsal yaklaşımların bu parametreler üzerindeki etkisi araştırılmıştır. Deney sonuçlarına göre CBT ve varoluşsal psikoterapötik yaklaşımların her ikisinin de bu parametreler üzerinde olumlu etkilerinin olduğu saptansa da varoluşçu psikoterapinin, hayat kalitesini ve anlamını arttırmada CBT’den daha efektif olduğu ortaya konmuştur.

Sonuç olarak hem varoluşçu hem de bilişsel davranışçı terapiler kişilerin yaşamayı seçtikleri hayatlar ve değer yargıları üzerinde özgürlüklere sahip olduğunu vurgulamakta ve varoluşçu psikoterapi, CBT’nin felsefi kapsamını, CBT uygulamalarının sağladığı an odaklı yaklaşımları, içerdiği gelecek algısı, beklentiler ve anlamlılık unsurlarıyla tamamlayabildiğinden tedavinin verimliliğini arttırmaktadır.

Kaynakça

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.