Ağlamak ve Ağlamamak…

Yüzyıllar önce insanlar gözyaşının kalpten kaynaklandığını düşünüyorlardı. Eski Ahit  gözyaşını, kalp güçsüzleştiğinde, eridiğinde ve suya dönüştüğünde oluşan şey olarak tanımlıyordu. 1600’lerdeyse duyguların kalbi ısıttığına, kalbin sıcaklığını korumak için su buharı oluşturduğuna ve bu buharın kafada yoğunlaşıp gözyaşı olarak aktığına inanılırmış. Lakrimal bezin gözyaşının ana kaynağı olduğu ise 1662’de Niels Stensen tarafından keşfediliyor. Bilim insanları bu keşifle beraber gözyaşının evrimsel olarak nasıl bir fayda sağlamış olabileceğini sorgulamaya başlıyor ve o zamandan beri gözyaşının en temel anlamıyla gözleri nemli tutmak için oluştuğu biliniyor.

Gözyaşı nedir?

Günümüzde ise gözleri nemli tutmak, gözkapaklarının hareketini kolaylaştırmak için sürekli üretilen gözyaşı sıvısının ağladığımızda oluşan sıvıdan hem içerik hem oluş mekanizması olarak farklı olduğu biliniyor.  Hatta günümüzde gözyaşı 3 tipe ayrılıyor: sürekli üretilen bazal gözyaşı;  toz, soğan gibi yabancı uyaranlara karşı üretilen refleksif gözyaşı ve bir de psikojen gözyaşı.  Karada yaşayan tüm omurgalılar bazal ve refleksif gözyaşı üretiyor fakat psikojen gözyaşını ürettiği bilinen tek hayvan şimdilik insanoğlu.

Peki bu üç gözyaşı tipinin birbirinden farkı ne?

Bazal gözyaşı gözün korunmasını sağlamak, sürekli olarak kiri vs. uzaklaştırmak için üç tabakadan oluşur. Göze en yakın kısımda mukus tabakası bulunur ve bu tabaka göze yapışan şeyleri kendine bağlar. Onun üzerinde su tabakası vardır ve gözün kurumasını önler, bakterileri uzaklaştırır, korneayı kazalardan korur. En dıştaki tabaka olan lipid tabakası ise düzgün bir görüş sağlamak için göz yüzeyini pürüzsüz tutar,, aynı zamanda diğer tabakaların buharlaşmasını önler. İkinci tip olan refleksif gözyaşı ise soğan, gaz ve diğer zararlı uyaranlara karşı gözü yıkamak için daha fazla miktarda üretilir ve su tabakası daha fazla antikor taşır. Üzüldüğümüzde ya da çok mutlu hissettiğimizde, kısaca yoğun duygular hissettiğimizde üretilen psikojen gözyaşları ise bilim insanların en az bilgiye sahip olduğu tip fakat bazı çalışmalarla (1970’te biyokimyacı William Frey tarafından) gösterilmiş ki duygusal gözyaşında ACTH, enkefalin, endorfin ve doğal ağrı kesiciler bulunmakta (genel olarak stres durumunda salınan maddeler). Duygusal gözyaşında Manganez ve Prolaktin hormonu da daha fazla bulunuyor. Bu ikisinin vücuttan atılmasının bireydeki stresi azalttığı düşünülüyor.

Gözyaşında bulunan bir diğer maddeyse SGF diye kısaltılan “Sinir Gelişim Faktörü”. Bu faktör kornea yaralanmasından sonra gözyaşında, korneada ve gözyaşı bezlerinde artıyor çünkü iyileşme sürecinde önemli bir rolü var. SGF aynı zamanda gözyaşı üretimini de artırıyor. Nörobilimci Robert Provine’e göre bu maddenin antidepresif bir etkisi olabilir.

2012’de Science dergisinde yayınlanan ve oldukça konuşulan bir deneysel çalışmada bir grup kadına üzücü bir film izletildikten sonra ağlayanlardan gözyaşları toplanıyor ve bir grup erkeğe bu gözyaşları koklatılıyor. Başka bir grup erkeğe ise tuzlu solüsyon koklatılıyor. Kadınların gözyaşını koklayan erkekler kontrol grubuna göre verilen cinsel uyarıdan daha az etkilenmiş. Buradan yola çıkarak kadınların gözyaşının erkekteki cinsel isteği azalttığı yönünde bir sonuç çıkarılıyor. Tabi burada atlanan nokta cinsel aktivitenin testosteron ile ilişkili olduğu. Sonrasında benzer bir çalışma testosteron seviyeleri ölçülerek de yapılıyor ve yine gözyaşını koklayan grubunki daha düşük çıkıyor. Tabi testosteron bir tek cinsel aktiviteyle ilişkili değil, agresif davranışlarla da ilgili ve birini ağlıyorken görünce ona agresif davranma ihtimalimizin azalıyor olduğunu göz önüne alırsak bulunan sonuç gayet makul görünüyor. Fakat bu deneyler yapılırken erkek gözyaşlarının da kullanılması daha bilimsel olurdu. Bazı bilim insanlarına göre erkek gözyaşlarında da bu maddenin olması yüksek ihtimal. Gözyaşındaki hangi maddenin böyle bir etki yapıyor olabileceği üzerine halen çalışılıyor, gözyaşında bulunan 160’tan fazla molekül halihazırda inceleniyor.

Peki ağlayınca vücudumuzda ne oluyor?

Psikojenik gözyaşı döktüğümüz zaman kalp hızlanıyor ve daha fazla terliyoruz, kısa vadede sempatik bir aktivite oluşuyor vücudumuzda. Hatta ağlamak daha fazla ağlamayı tetikliyor ve hıçkırmaya, haykırmaya hatta bazen titremeye başlayabiliyoruz fakat bu çok uzun sürmüyor.  Hemen sonrasında parasempatik aktiviteyle soluğumuz yavaşlamaya kalp hızımız normale dönmeye başlıyor. Hatta bazı bilim insanlarına göre ağlamak, sempatik aktivitenin başlaması ile başlıyor ve ağladıkça da sempatik aktiviteyi azaltarak homeostaz durumuna dönmemizi sağlıyor olabilir.

2015’te yapılan bir çalışmada araştırmacılar bir grup insana üzücü bir film gösteriyorlar ve hemen sonrasında modlarını ölçüyorlar. Ağlayan insanlar ağlamayanlara göre daha kötü hissettiklerini belirtiyorlar. 90 dakika sonra ölçüldüğünde ise ağlayan grubun ağlamayanlara göre filmden öncekinden daha iyi hissettikleri bulunuyor. Buradan yola çıkarak ağlamanın etkilerinin belli bir süre geçince daha iyi “oturduğu” düşünülüyor. Tabi film sebebiyle ağlamak gerçek hayattaki ağlamalarımızla bir değil ve modumuzu rasyonel bir şekilde değerlendirmek de her zaman mümkün olmuyor. Araştırmaları, gerçek bir üzüntü veya mutlulukla ağlayan insanlar ile yapmak mümkün olsa daha güvenilir sonuçlar elde edilebilir fakat böyle bir çalışma henüz yok.

Ağlayamayan insanlar…

Bir başka çalışma ise “ağlayamama” hastalığına sahip insanlar ile terapi görüşmeleri şeklinde, klinik psikolog Cord Benecke tarafından yapılmış. 120 kişi ile yapılan görüşmelerde ağlayamayan insanlar ilişkilerini daha az bağlılık ile tariflemişler ve aynı zamanda ağlayan insanlarla kıyaslandığında daha fazla agresif duygu (öfke, nefret, iğrenme vb.) deneyimledikleri ortaya çıkmış. Bir başka çalışmada ağlama yeteneğini kaybeden 475 hasta değerlendirilmiş ve iyilik halleri ağlayan grupla benzer olmasına rağmen ilişkilerinde daha az empati ve daha az bağlılık olduğunu tariflemişler. Aynı zamanda duygusal uyaranlardan daha az etkilendikleri ve daha az sosyal destek buldukları görülmüş. Ağlayamayan grubun yaklaşık yarısı ve kadın ağlayamayanların yüzde 60’ı ağlayamıyor olmanın hayatlarına negatif bir etkisi olduğunu belirtmişler. Ağlamanın oldukça zor olduğu Sjögren’s Sendromu’na sahip bir grup insanla yapılan bir diğer çalışmada sendroma sahip insanların yüzde 22’sinin kontrol grubuna göre kendi duygularını belirlemede, anlamada daha çok zorlandıkları bulunmuş.

Bu gibi çalışmalara bakıldığında ağlamanın özellikle sosyal açıdan nasıl bir fayda sağlıyor olabileceği daha da belirginleşiyor. Yüzyıllardır inanıldığına göre ağlamak zararlı, kötü duyguları bizden uzaklaştıran, insanı rahatlatan bir şey. Tek ağlayan hayvan olduğumuz ve diğer hayvanlara kıyasla daha kırılgan bir şekilde doğduğumuz düşünüldüğünde belki de ağlamak kendimizi korumak için bir yol. Sonuçta dile getiremediğimiz kadar yoğun duyguların bir dışa yansıması ve belki de bu duygularla başa çıkmak için bir yardım çağrısı. Bütün bu çalışmalardan da çıkarabileceğimiz üzere ağlamak aynı zamanda sosyal bağ açısından da görevi olan bir şey. Duygularımızı dilden daha kolay ifade edebilecek bir araç. Konuşma yetisi henüz gelişmemiş bebeklerin yetişkinlerden daha fazla ağlaması da bunun bir göstergesi sayılabilir. Bu konudaki bilimsel araştırmalar arttıkça evrimsel faydası, hem insanın kendisine hem de insanlar-arası faydası daha iyi anlaşılacaktır hatta belki psikoterapi için kullanılabilecek bir araç geliştirilmesinde rolünün olacağı bile düşünülebilir.

Kaynaklar:

Nuriye Varoğlu

Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğrencisi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.