YAŞAMIN KIYISINDA
Belirsizlikler içinde yaşıyoruz. Hayatımızda bir salise sonra bile aslında ne olacağı belli değil. Verdiğimiz kararlarla, yaptığımız planlarla hayatımızı şekillendirmek istiyoruz fakat ne yazık ki aldığımız karşılıklar yerini bulmadı, bulmayacak…
Hayallerin altını doldurmak da kolay olmamıştır hiçbir zaman. Hani denizin mavisinde kaybolmak istersiniz ama sahilin kumlarında ayakta dikilmekten başka bir şey yapamazsınız ya, aynı o hesap gibi kafanızda kurguladığınız şeylerin gerçekleşemeyeceğini bildiğiniz an yaşamın kıyısında dolandığınız andır işte…
Zihinlerinizde dolandırdığınız o hayallerin karşınıza çıktığını düşünsenize. Acı gerçekler mi yüzünüze çarpar yoksa görüntülerin meydana getirdiği sahte gerçeklikle tatmin mi olursunuz bilmiyorum. Ama tek bir şeyi biliyorum ki bu sayede görmek zorunda olduğunuz şeyler gözünüzün önüne getirilir. Onları gözümüzün önüne getirebilen yegâne aygıt ise… kamera.
Kameranın tek başına bir anlam ifade etmediğini anlatmama gerek yok sanırım. Açılar, görüntüler, kişiler, sekanslar, olay örgüleri kullanılırsa kamera elbette bir anlam kazanıyor. Sonrasında da kamera dediğimiz kavram sinema, dizi, televizyon diye bildiğimiz kavramlara dönüşüyor zaten.
Bu noktada sinema için ayrı bir parantez açmak istiyorum: Sinemanın kullandığı alanlar direkt olarak seyirciye ve seyircinin hislerine yalın biçimde parmak basar. O yüzden insanı en iyi anlayabilen ve anlatabilen sinemadır bence. Dizileri neden es geçtin diye sorarsanız da boşuna değil. Diyelim bir arkadaşınıza yaşadığınız bir olayı anlatıyorsunuz. Bu olayın “insanca” olduğuna, arkadaşınız bu olayı her gün belli bir saatte size parça parça anlattığında mı ikna olursunuz yoksa bütün halinde size kesintisiz anlattığında mı? İşte ben sinemayla dizinin farkına böyle bakılması gerektiğini düşünüyorum. Tamam içeriği kaliteli olan izlemeye değer diziler yok değil tabii ki var ama sizce ne kadar “insanca”? Bir yerden sonra dizilerin doğallıktan uzaklaşarak sündürmeyi amaç edinip sizi kandırdığının farkına içten içe varıyorsunuz, her ne kadar istemeseniz de. Bu yüzden sizlere dizi ya da film önermemi istediğiniz zaman film önermeyi tercih ederim.
Şimdi tanıtacağım film karşınızda: Manchester By The Sea. Bu filmi seçmemin iki sebebi var: Bir Türkiye’de vizyona girdiği adıyla başlığımın ismi olduğu için, iki her anlamda dibe vurmuş bir bireyin hayata karşı bakışını ve mücadelesini anlatan ömürden kısa bir kesit ayarında sunan seyrek örneklerden olduğu için. İzleyeceğiniz şey yaşamın kıyısından sapıp derinlere dalmaya niyetli bir adamın hikayesi adeta. Tabii onu bu bataklıktan çekmeye çalışan kişiler de yok değil.
Bu filmi, sigara içen efkârlı bir adamı izler gibi izleyeceğinizi garanti ediyorum; sade, abartılardan uzak, katıksız. Olduğu gibi yani. Sadece o adamın sigarayı içişini izliyorsunuz. Bir yandan sigarayı neden öyle içtiğini de sorguluyorsunuz. Adamı izlerken derin bir hüzne kapılıyorsunuz ama belli etmemeye çalışıyorsunuz…
Kısacası bu film gerçek yaşamın birebir yansıması diyebilirim sizlere. Sahne oluyor gülümsüyorsunuz, sahne oluyor gözleriniz doluyor hatta sahne oluyor sinirleniyorsunuz. Yeri geliyor hayatınızın hatasını yapmaktan korkar oluyorsunuz. Hakikaten ‘hayat’ gibi bir film.
Yaşamın kıyısında beklemeye alışkın olan sizlere bu filmin ilaç gibi geleceğinden eminim. Kararsızlıklar içinde boğulduğumuz şu dünyada böyle bir hikâyeden kesinlikle bir parçanızı bulup en kötü kararın bile kararsızlıktan yeğ olduğunu daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum.
KAYNAKÇA:
https://pixabay.com/photos/dock-pier-dusk-sky-clouds-sea-1979547/
https://pixabay.com/photos/landscape-sunset-nature-2130844/