Bilimdeki Sınırlılığımız Üzerine

Bilim gerçekliğe ulaşmamızda nihai yol mudur? Asıl gerçeklikle algıladığımız gerçekliği farklı kategorilerde değerlendirebilir miyiz? Sorgulama yöntemimiz bizi hangi gerçekliğe götürür? Bilimsel teorilerimiz bir bakımdan sübjektif mi? Eğer böyleyse bilim dediğimiz şey büyük bir illüzyondan mı meydana geliyor?

            Bunun üzerine uçakların nasıl uçtuğunu, ilaçların etki mekanizmasını, inanılmaz bir verimlilikle bilgi işleyen bilgisayarların kaynağını nereden aldığını sorgulayabilirsiniz. Tüm bunlar bizden bağımsız olarak işleyen doğa yasalarına dayanmaktadır. Evrende hüküm süren kurallar vardır ve bilim bu kuralları yavaş yavaş ortaya çıkarır. Bilim çoğunlukla kuarklardan galaksilere kadar uzanan canlı ya da cansız tüm varlıkları kapsayan kuralları, genel yasalara çevirerek açıklar. Bunun için çalıştığımız sistemin önemli ve temel özelliklerine odaklanıp indirgemeci bir yaklaşımla genele odaklanacak bir perspektiften bakarız. Eğer indirgeyerek bakmazsak bir sürü küçük komplikasyon arasında kaybolacağımızı ve dayanak noktamızı kaybedeceğimizi biliriz. Daha sonra sistemin nasıl davrandığına dair açıklayıcı teoriler oluştururuz.

            Genellikle araştırmanın heyecanı içinde göz ardı edilen şey, kullanılan bilimsel metodolojinin üzerinde çalışılan sistemle etkileşime girmesi gerektiğidir. Davranışlarını gözlemliyoruz, özelliklerini ölçüyoruz ve daha iyi anlamak için matematiksel veya kavramsal modeller oluşturuyoruz. Bunu yapmak için duyusal algılarımızın daha derinliklerinde, daha uçlardaki bilgilere ulaşabilmek için çeşitli araçlara ihtiyacımız var. Leptonların, kuarkların, fotonların, nöronların, DNA’nın, epigenetik regülasyonların hüküm sürdüğü çok küçük, erişilemez, içinde bulunduğumuzdan daha farklı kurallarla işleyen dünyaları alıştığımız kurallarla açıklamamız ne yazık ki mümkün değil. Dolayısıyla gözlemlediğimiz şeyler doğanın kendisi değil, makinelerden topladığımız verilerle görüldüğü gibi algıladığımız doğanın açıklamaları oluyor. Esasen bilimsel bilgilerimiz araçlarımızın bize aktardığıyla sınırlıdır. Sürekli değişen bilimsel dünya görüşümüz gerçeği nasıl algıladığımız konusundaki bu temel sınırlamayı yansıtır.

            Mikroskop veya gen dizilemesinin öncesinde ve sonrasındaki biyoloji alanında öngörebildiklerimizi düşünün. Aynı ilişkiyi astronomi ve teleskop, parçacık fiziği ve çarpıştırıcılar arasında da kurabilirsiniz. Aynı 17. yüzyılda olduğu gibi geçerliliğinde anlaştığımız teoriler ve dünya görüşlerimiz, bundan sonraki keşif araçlarımıza dönüşüyor. Bu eğilim bilimin oldukça belirgin bir özelliğidir.

            Kabul edilen doğa yasaları ihlal edilmediği sürece cevap bulunamayan oldukça ilginç sorular var. Bunun bir örneği çoklu evren sistemidir, evrenimizin her biri potansiyel olarak farklı doğa yasalarına sahip birçok evrenden sadece bir tanesi olduğu varsayımı. Diğer evrenlerden ne sinyal alabiliriz, ne de onlara sinyal gönderebiliriz. Onların varlığına dair herhangi bir kanıt olağanüstüdür. Bunlardan biri de komşu bir evrenle geçmişte yaşanan bir çarpışma yüzünden uzayda gözlemlenen radyasyon izleri olabilir.

            Diğer bilinmeyenler ise evrenin, yaşamın ve aklın kökenleri diye üç soru başlığı altında toplanabilir. Evrenin kökenine dair bilimsel açıklamalar tam değildir, çünkü başlamadan önce bile temelde enerji korunumu, görelilik, kuantum fiziği gibi yasaları esas almak gerekir. Evren neden diğerlerinde değil de bu yasalar altında faaliyet gösteriyor.

            Benzer şekilde cansızlıktan canlılığa geçişte bir veya çok az sayıda biyokimyasal yolun var olduğunu ispatlayamazsak, yaşamın Dünya’da nasıl başladığından emin olamayız.  Tabi bilinç diye bir kavram da var. Mor renginin ya da acı hissinin nöronlar vasıtasıyla sorumlu merkezlerin uyarılması sonucunda deneyimlenmesi, algılanması ilkel bilince örnek olabilir. Daha genel tanımıyla bilinç, genetik ve çevresel faktörlerin kişide farklı algılar oluşturarak sübjektifliğe yol açan dolayısıyla farklı kişilikler oluşmasını sağlayan bir etkendir. Belki de ilkel bir bilinç türü ilerleyen zamanlarda yapay zekada karşımıza çıkabilir. Fakat o zaman bunu nasıl söyleyebiliriz? Varsayılanın aksine bir şeyin bilinçli olduğunu nasıl anlarız?

            Tam olarak olmasa da algılarımız sayesinde yaşadığımız dünyayı anlamlandırıyoruz. Peki acaba parçası olduğumuz bir sistemi tamamen anlayabilir miyiz? Kendi kuyruğunu ısıran Ouroboros gibi dünyayı deneyimlediğimiz yaşam ve ölüm çemberine sıkışıp kaldık. Gerçeklik tanımlarımızı gerçeği öğrenme yöntemimizden, araçlarımızdan, nasıl deneyimlediğimizden ayrı düşünemiyoruz. Bu noktada daha fazla soru üşüşüyor kafamıza. Tüm bu bahsedilenlerin ne kadar farkındayız? Şu anda bu “ilginç” soruların cevaplarını vermek için nasıl çalışmalar yürütmeliyiz? Aracılar sayesinde başka sistemler hakkında edindiğimiz bilgilerden hangi noktalarda emin olup, hangi noktalarda sorgulamamız gerekir?

Yararlanılan Kaynaklar

https://www.nature.com/articles/d41586-018-05100-5

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.